O kadar hassastı, o kadar hassastı ki -kendince- insanların kalplerini kırmamak için sürekli bir susuş ve kaçış halindeydi… Çevresine ve kendisine en büyük zararı bu şekilde verdiğinin farkında bile değildi.
Aslında, duygularını kendisine bile nasıl ifade edeceğini ve ifade ettiğinde ortaya çıkan yeni duygularla nasıl başedeceğini bilemiyordu…
Her zaman böyle değildi elbette… Onun da kendini sereserpe çırılçıplak ortalara saçtığı yıllar olmuştu… Gün be gün içine kapanmayı, maskeler edinmeyi öğreten yıllar…
Çünkü, tüm açıklığı ve saflığıyla gösterdiği duygularına karşılık ya yargılanmış, ya aldatılmış ya da cezalandırılmıştı…
Şimdiyse hayatındaki bütün ‘’önemli’’ insan ilişkileri felaket bir kaos yumağı halindeydi. Özellikle de kendisiyle olan ilişkisi.
Çok çetrefilli bir öğrenme süreci, çok zorlu bir sınavdı bu…
Bulutsu hayalleriyle hayatın ona sunduğu katı gerçeklik arasında bir denge kurmayı öğrenmesi gerekiyordu.
Bu ikilemli ruh hali, tuhaf kişilik çatışmalarını tetikliyor ve onu karakteriyle hiç bağdaşmayan tutarsız davranışlara sürüklüyordu.
Hem kendi öfkesinden, hem de karşısındakinin öfkesinden korkuyordu ölesiye… Ama sadece korkmak ve engellemek öfkeyi yok etmiyordu elbette… Adeta bastırılmış bir öfke fıçısı gibi dolaşıyordu ortalıkta…
Onu sevenler de korkuyorlardı aslında. Çünkü, ya en olmadık yer ve zamanda infilak ederek hem kendinde hem de çevresinde onarılmaz hasarlar oluşturacağından yahut da bünyesinin, daha doğrusu içindeki o temiz insanın, o cevherin, bu kadar korkak, iki yüzlü bir yaşamı daha fazla kaldıramayarak amansız hastalıklara yakalanacağından ve kendi kendini imha edeceğinden endişeleniyorlardı… Ama yapacabilecekleri fazla bir şey de yoktu. Ellerinden geldiğince, duyurabildiklerince uyarmaktan ve ona içindeki cevheri hatırlatmaktan başka.
O ise, dişlilerine takılıp kaldığı bu çarkın içinde umarsızca dönüp duruyordu. Elde ettiği maddi güçler ve bu güçlerin getirisi sahte dostlardan oluşan çevresiyle kalbi ve aklı perdelendikçe perdeleniyordu.
Ve o giderek kalınlaşan ve yoğunlaşan perdelerin farkında bile değildi.
Ancak, arasıra bastıran karabasanlarda, sebebini anlayamadığı sıkıntılardan çok bunaldığı anlarda bir şeylerin ‘’gerçekten’’ ters gittiğini, iki dünyasını da mahvetmek üzere olduğunu, yani madden ve manen korkunç bir çöküş yoluna girdiğini hissediyordu.
Kalp gözünü açması gereken bu hissediş, zihninin oyunuyla hem kalbine hem de aklına daha da kalın ve üzeri bir takım ‘’sahte’’ idealizm boyalarıyla süslenmiş bir perde daha örtmesini sağlıyordu.
Sıkıntılarının içindeki kendi payını, kendi sorumluluğunu kabul etmek, kendisiyle ve zarar verdiği insanlarla yüzleşmek ölümden beterdi onun için.
En kolayı, talihsizliğine ağlamak ve kadere isyan eden şarkılar söyleyerek kendine acımak, hatta acındırmaya çalışmaktı…
Yüreğinden kopup zorlukla kulaklarına ulaşan o ince cılız sesin sessiz çığlıklarını içinde patlayan öfke nöbetleriyle bastırmaya çalışıyordu… O ses ki ısrarla, yorulmadan, bıkmadan gittiği yolun yol olmadığını, kendisini yutan mahveden bir girdabın içinde giderek dibe çekildiğini anlatmaya çalışıyordu ona.
‘’Haydi,’’ diyordu, ‘’haydi, bütün gücünü topla ve çık şu girdabın dışına. Yoksa bataklığın içinde yitip gideceksin…yoksa… yoksa…’’…
Kendisini onurlu insan olmaya, içindeki cevhere yaraşır davranışlara davet eden bu ses ancak rüyalarının gerçek üstü boyutunda ulaşabiliyordu ona, bazen tatlı bir düş bazen de dehşetli bir karabasan olarak…
Hakikatin izlerini gösteren latif rüyalardan kendi seçimleriyle yarattığı maddesel rüyasına döndüğündeyse her şeyi unutuyor ve içini dışını sarmış sahteliklerle avunmayı tercih ediyordu.
Avunamayan, her şeyin farkında olan sadece içinin en kuytularında gizlenmiş olan o cevherdi.
O cevher ki bazen aynaya bakan gözlerinin içinden en delici nazarlarla ulaşmaya çalışıyordu ona… Ama nafileydi… Çünkü, korkularla esir alınmış bir zihnin gözlere, akla, kalbe örttüğü perdeyi kaldırmak pek yaman, pek zor bir işti….
Aslında, gerçekle, hatalarıyla yüzleşmek yerine kaçmayı seçmeseydi; içindeki öfke dalgalarını yapıcı bir biçimde, doğru zamanda doğru kişilere yöneltmeyi öğrenebilseydi en sonunda en yakıcı biçimde öfkelendiği tek kişiye, ‘’kendisine’’ ulaşabilecekti… Kimbilir belki de ateşlerin içinde yana yana yanmamayı öğrenerek özünü kaplayan kir tabakalarının eriyip gitmesini ve içindeki o cevheri ortaya çıkarmayı başarabilecekti….
Kaçışlarıyla, susuşlarıyla dibe o kadar yaklaşmıştı ki aynı eski dostlarının tümünü kaybetmek üzere olduğu gibi özünü de kaybetme yolundaydı.
Bu gidişin kaçınılmaz sonunun yaklaştığını her hissedişinde çaresiz bir paniğe kapılarak biraz daha o insan ruhunu lime lime parçalayan çarkın içine gömülüyordu….
Zavallı ve yorgun kalbinin en derininden gelen o sesin verdiği rahatsızlığın, gördüğü karabasanların, kendisini her şeye rağmen ve gerçekten sevmeyi becerebilen dostlarının uyarılarının, sitemlerinin bitmesi için dua ederken bu duanın kabulünün kendisinin idam fermanı olacağını düşünmüyordu bile….
Bilmiyordu ki bu rahatsızlık, bu karabasanlar, bu uyarılar olduğu sürece umut vardır, can vardır. Bilmiyordu ki dermanı derdinin içinde saklıdır. Ve bilmiyordu ki karanlığını aydınlatacak ışığın düğmesi, özünün cansuyu o latif sestir; o karabasanlardır; o uyarı ve sitemlerdir.